19 Aralık 2010 Pazar

Bazen




Bazen öyle anların içine sıkışır ki hayat, tutup kolundan çekemezsin.
Dibine dalıp avuç avuç çıkarmak istersin tüm biriken aşkları.
Sonra en tepesine çıkıp kahkaha atmaya çalışır, beceremezsin.
Bakakalırsın öylece yarım kalanlara.
Tamlanıp rafa kaldırdıkların yanına kar kalır sanırsın.
Yaşayabildiklerin midir sevdiğin, yoksa sevdiklerin mi yaşadığın, seçemezsin.
Hiç ulaşamadıkların, içine hüzünlü bir sancı ile saplanır.
Bilsen de çıkarıp atamaz, atsan da kurtulamazsın.
Kimsenin görmediği bir deliğe sıkışıp sonra herkesin bildiği bir açıklığa çıkmak istersin.
Birden gözlerin tüm dünyaya körleşiverir,
Sen sadece kendini seversin.
Tek hakimi oldum sanırsın kainatın
Ardından inadına faltaşı gibi büyür gözbebeklerin, ama sen göremezsin.

28 Kasım 2010 Pazar

Şeytan mı, melek mi?


İçim dışıma, dışım içime dar bu gece.
Şeytan uyuduğu yerden uyanıyor da, sanki geliyor beni dürtmeye.
Dürtüyor da üstelik.
"E, Havvakızı, naparsin, ne edersin?" diye soruyor.
"Eh işte iç güveysinden hallice" diyorum.
"Yoook öyle orta karar yaşamak zamanı" diyor.
"Yapma canım, hayat bu. Akıyor kendi halinde çok şükür" diyorum.
İtiraz ediyor. "Kabul etme bu akışı sen de öyleyse. Dal dibine dünyanın çıkar avuç avuç kumları, tersini düzüne çevir, düzünü tersine. Allak bullak et usunu, sonra yeniden sor kendine"
"Eh iyi hoş da, gördüğüm dünyayı bilirim ben, ya görmediğime alışamazsam"diye soruyorum.
Geriye düşüyor başı, derin bir kahkaha atıyor.
"Aslolan bilmediğine koşmak, bildiğin zaten sırtında kambur. Koşmadan varılır mı öteye,uçmadan çıkılır mı göğe, bağırmadan gider mi ses uzağa, insan bilerek düşer mi tuzağa" diyor.
"Haklısın" diyorum.
"Korkma" diyor. "Düş peşime, al aklını yanına, koy gerisini beriye"
"Ya geri dönmek istersem" diye soruyorum.
"Artık gerisi yok, bundan sonrası hep ötesi. Git ki öteye varasın alemlere"diyor.
"Dur" diyorum. "Yoruldu düşüncem, dur ki dinlensin aklım"
"Yok bizde durmak"diyor. "Benim işim aklını almak Ademoğlu'nun, Havvakızı'nın"
"Şimdilik dur" diyorum.
"Ben durmam, sensin duran. Yine yolum düşecek aklına" diyor ve uzaklaşıyor... Vedalaşıyoruz...
Kendimle başbaşa kalıyorum.
Neydi bu ses, hangisi kazanacak içimde.
Şeytan sandığım belki de doğru yolu gösterecek bir melek mi aslında...
Akıl, sen büyüksün. Toparlan ve düş kendi yoluna...

5 Kasım 2010 Cuma

Zeka

"Ya zekadan mahrumsun, ya zekana mahkumsun"

25 Ekim 2010 Pazartesi

Misafircilik


1. gece

1994'te inşa edilmiş, kapı ve yer döşemeleri meşe kaplı, bahçe
içinde müstakil bir yazlık evin üst katta yer alan misafir odasındaki
mavi çekyatta yatıyorum. Bilmem kaç yıl önceki deterjan ile, yumuşatıcı kullanılmadan yıkanmış nevresim takımının bedenimde yarattığı gıdıklanma duygusu çarşafın sertliğinden mi yoksa ikinci sınıf pamuklu oluşundan mı kaynaklanıyor bilmiyorum. Yine de ev sahibesinin titizlikle hazırladığı bu duvarları sarı boyalı odada kendimi çok huzurlu hissediyorum. Açık bıraktığım pencereden usulca içeri süzülen rüzgar, ateşböceklerinin çıkardığı sesle birleşerek beni çocukluğuma götürüyor.
Birazdan tıpkı ilkokul yıllarımda anneannemin arka odasındaki mavi çekyatta, o döneme ait çamaşır deterjanı ile yıkanmış çiçekli nevresimlerde uyuduğum günlerdeki gibi sakince kapanacak gözlerim. Eminim ki sabah olduğunda tıpkı çocukluğumdaki gibi keskin bir omlet
kokusu ile uyanacak, yanında acaba salam ve yeşil zeytin var mı diye meraklanacağım.
Fakat bu merakla eş giden hafif bir korku duygusu kaplıyor içimi.

Bir eve misafir olmanın zor taraflarından ilki koridordaki ışığı açık bırakma iznini bir türlü evin sahibinden isteyememektir. Bu sebeple odam yine karanlik. Ayışığı da epey uzakta olduğuna göre, herhangi bir hasrete tutunarak sıkıca gözlerimi kapatmaktan başka çare kalmıyor bana.
Dualarımı ettim, uyumak üzereyim.

2. gece

Dışarda kuvvetli bir rüzgar esiyor. Muhtemelen diğer iki odanın camları açık, kapıları kapalı olduğu için rüzgarın yarattığı bu akım gereksiz bir uğultu oluşturuyor. Fırtınalı havalarda tuhaf bir korku kaplar içimi. Kendimi savunmasız, bir o kadar da naçar hissederim. Doğanın gücü ruhuma galip gelir. Yaz, kış demeden geceleri yatarken üzerimi örtme isteğim depreşir, inadına boğazima kadar çekerim pikeyi, yorganı. Şimdi de garip tıkırtılar başladı. Acaba diğer odalarda uyuyanlarda mı tedirginlik içinde? Sanırım bunlardan biri horultu. Belli ki top patlasa uyanmayacak kadar derin uykuda evin sahipleri. Misafirliğin zor yanlarından ikincisi de bu iste. Ses tutsaklığı. Evin içindeki tüm seslere tahammül etmek, ancak gerekli sesleri çıkartamamak. Eskimiş buzdolabının cızırtısı, muhtemelen baba evinden kalma duvar saatinin metronoma taş çıkartan ritmi, bozuk sifonun çıkardığı su sesi, açık kalmış bahçe kapısının metalik gürültüsü, komşunun köpeğinin tüm evleri koruma dürtüsüyle attığı naralar, başıboş bir bidonun rüzgarla oynaşırken çıkardıgı sinir bozucu ses, ev sahipleri ve diğer misafirlerin horultuları ve tüm bunlara katlanma zorunluluğu.

Ancak buna paralel, tuvalete kalkınca sifonun gürültüsü ve arızalı olduğu için devamında gürleşen su sesi, bozuk oda kapısının açılırken bir, kapatılırken ikinci kere çıkardığı gıcırtı,su içme ihtiyacı ile aşağı inerken ahşap merdivenlerin yaydıgı gürültü, mutfakta oluşabilecek tüm
sesler sebebi ile kişisel ihtiyaçların göz ardı edilişi, horultu, inilti, kaşıntı,zırıltı gibi muhtemel tüm bireysel seslerin zoraki ertelenişi.

Bari gece yatısı misafirliğinin birinci zor olan koridor ışığını açık bırakamama durumunu çözeyim. Evet evet, belki de fırtına korkuma faydası olacak. Hatta hemen yapmalıyım. Kalkıp koridorun ışığını açmalıyım en azından.Şimdi uyku yeniden gözkapaklarımı ağırlaştırıyor. Akşam yemeyi reddedip bıraktıgım fındık lahmacunu çekti canım. İnsanoğlu ne tuhaf. En korku duyduğu anda bile dürtüsel ihtiyaçlarından birini, açlıgı hissedebiliyor demek ki. Şans işte açlık, rüzgar korkumu bastırıyor. Ancak misafirliğin zor taraflarından ücüncüsü olan, gecenin bir vakti kalkıp ekmek peynir yeme lüksüm olmadığona göre açlığım da uykuya yenilmek zorunda.
Hadi bakalım yeniden rüya zamanı...

Sözlük


Oysa ki hayat, bilinen tüm sözcüklere ait bir sözlük oluşturacak kadar vakit vermişti insanoğluna.
Tüm kelimeler bildik ve bilindik ve vakti zamanıyla tanışıklık sağlanmış birer yoldaştı uslara.
Düşünceler yakından uzağa, uzaktan öteye, öteden beriye, beriden geriye yolculuk eder, heceler kulaktan göze, gözden gönüle, günülden akıla, akıldan dile dökülmekte birbiriyle yarışırdı adeta.
Kimi zaman yorulurdu cümleler satır aralarında, kimi zaman soluk bulurdu konuşmalarda.
İster uzakta, ister yakında, ister gönülde ister akılda, sözcükler hep sıralanırdı, olması gereken hizaya.
Her bir sözcük kendi manasını bilir ve her mana, bulurdu ait olduğu sözcüğü bu yolculukta.
Vakit gelir, vakit geçer, ne bir önce ne bir sonra, bozulmazdı sıralama.

Derken o beklenmedik günlerden bir gün, bilinmedik bir anda, çıktı görülmedik bir fırtına.
Sözcükler dağıldı, heceler karıştı, uçuştu harfler havada
Kimsenin sır erdiremediği bir dil, çözemediği bir akıl, bilemediği bir çift göz çıkıverdi ortaya.
Konuştu-düşündü- gördü, gördü-konuştu-düşündü, düşündü-gördü- konuştu sırasıyla
O konuştu dünya dinledi, o düşündü akıllar eğildi, o gördü gözler açıldı saygıyla.

Derken o beklenmedik günlerden bir gün, bilinmedik bir anda, bilinen tüm sözlükler anlamını yitirdi korkuyla
Her bir kelime yolunu şaşırdı, manasız kaldı onun dudaklarına değdikten sonra.
Önce TEŞEKKÜR pes etti artık yetemeyeceğini anladığında.
Sonra BİLGELİK korkup kaçtı kendi sonuyla karşılaştığında.
Ardından RUH bıraktı ait olduğu anlamı daha öte bir beden olmadığına şaştığında.
En sonra AŞK saklandı bir kuytuya artık daha ötesi olmadığına inandığında.
İşte böyle böyle her bir sözcük terkeyledi sığındığı sözlüğünü sırasıyla.

Derken o beklenmedik günlerden bir gün, bilinmedik bir anda, tüm kelimeler yeniden buluştu onun dünyasında.
Tüm harfler birbirine karıştı, yalnızca onun için yeniden dizildiler hizaya
Her kelime eski manasını unuttu, her mana yeni bir sözcük buldu onda.
Ne TEŞEKKÜR, ne BİLGELİK, ne RUH, ne AŞK artık eski anlamında değildi bu dünyada.
İşte o günlerden birinde ona ait yepyeni bir sözlük çıktı ortaya
ve bu sözlük o günden bu yana, anlaşılır oldu sadece onu ANLAYANA...

Konuşmak mı anlaşmak mı?


Konuşarak anlaşmak insana mahsus.
Kimi zaman kelimeler boyunca akıp giden sesli harflerin çığlıklarına
gizlenen metinlerde buluşur dudaklar,kimi zaman da sadece evet ve hayırdan ibaret, uzlaşma zannedilip de bıkkınlıktan öteye geçmeyen vakit öldürme kaynağıdır konuşmak.
Kimi zaman bir avuç cümle içinde kendini bulur gözler, kimi zaman da
bir tarafın şelale gibi döküldüğu, diğer tarafınsa sadece kafa
sallayarak eşlik ettiği monologlarda havada asılı kalır kelimeler.
Öyle veya böyle. İster tartışma ister uzlaşma hepsinin orta yerinde
vardır bir konuşma.
Diller açılır, dudaklar büzülür, sesler duyulur, kulaklar işitir.
Eh konuşmak elbet insana mahsus da, peki ilginç olan bu mu?
Keramet sesli harflerde de marifet dilde mi?
Anlayıp da gerçeği bilene dek evet.
Anlayıp da gerçeği bildikten sonra hayır.
Çünkü asıl keramet sessiz harflerdeyken marifet dilsizlikte,kelimelerin susup gözlerin konuştugu o sessizlikte.
İşte öylesine anların ortasına düşen o gürültülü
kalabalıklarda konuşmadan anlaşabilmeli iki sevgili, karı koca, anne çocuk.
Kimi zaman bir bakış, kimi zaman bir öpücük, kimi zaman kirpiklerin
bir hareketi, kimi zaman da bir solukta çözümlenmeli düşünceler.
Kelimeler havada çarpıştığında yarattığımız gürültülü aşka
inat, dudaklarımız bazen mühürlenmeli daha da aksın diye duygular.
Bir gözün kapanışına sığacak kadar kısa, yeniden açılışına
sığacak kadar uzun kalıvermeli heceler.
Tek bir bakiş, tek bir kucaklaşma yetmeli anlaşmaya.
Tıpkı sağ ve sol yanaklarımızın birer kez birbirine
değişi ve o saniyeler içine sığan bir ömürcesine uzun sarılışa
kondurduğumuz kelimeler gibi...
Derin, anlamlı, sevgi dolu...

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Bilmeden

“Bulduğuna aşık olmak değil aslolan,
Aşık olduğunu bulmak mesele.
Bildiğine hasret çekmek değil önemli olan,
Hasret çekmek, ama bilmediğine....”

Beyaz


Hasta bu odada sekiz yıl kaldı. Sekiz sene bu odadan dinledik sesini. Bir Edith Piaf’a karıştı kelimeleri, bir John Lennon’a. Eyfel kulesinin demirden hikayesini, Louvre müzesindeki Mona Lisa’yı, kırmızı şarabın iyisini, peynirin küflüsünü biz hep ondan öğrendik.
Kimi zaman Paris’in küçük kafelerine gittik, kimi zaman da metrodaki müzisyenlerle akordeon melodilerine eşlik ettik. Meydanlarda dolaştık, nehirlerde gezdik.

O anlatmaya başladı mı, hepimiz kulaklarımızı dört açar, her kelimeyi aklımıza yazar, bitirdiğinde hepimiz sanki uzun bir yolculuktan dönmüş gibi yorgun düşerdik.

Ne kadar da iyi hatırlıyorum o günü. Odasına girdim, perdeleri açtım. Londra sokakları yine sise teslim olmuştu. Camları açmadım, nemli havayı hiç sevmezdi.

“Hadi kalk, bugünkü egzersizlerini yapmamız lazım”
“Bugün istemiyorum Anna, lütfen.”
“Gayret etmelisin Carol, hadi doğrul bakalım.”
“Sekiz senedir gayret ediyorum, ne değişti. Tek yapabildiğim sağ elimi oynatmak ve oturabilmek. Yeter artık çok yoruldum, istemiyorum.”
“Belki sadece sekiz gün sonra sol elini de hissedebileceksin. O zaman fotoğraflarına iki elinle dokunursun.”
“İstemiyorum işte, rahat bırak beni.”
“Peki o halde şimdi gidiyorum. İki yandaki odaya yeni bir hasta geldi, üstelik o senin gibi mızmızlanmıyor da.”
“Anna dur, gitme. Sen gidince bu beyaz oda daha da soğuyor. Kızıl saçların biraz olsun ısıtıyor içerisini.”
“Geçen gün dümdüz yaptım diye beğenmemiştin ama.”
“Evet sana dalgalı daha çok yakışıyor, kendi saçlarımı hatırlatıyor bana. Sarı saçlarımı özledim Anna. Her sabah onları bigudiyle sarar, gün içinde ne zaman canım sıkılsa kıvırcıkların arasına parmağımı dolardım. Ama şimdi yok. Gittiler. Neden kestin onları sanki.”
“Sen istedin ama.”
“Olsun keşke kesmeseydin. Neyse, biraz daha yanımda kalır mısın Anna? Anlatmazsam nefes alamıyorum, lütfen dinle beni.”
“Elbette kalırım.”
“Bana kırmızı defterimi verir misin lütfen.”

Usulca parmaklarının arasına yerleştirdim. Ellerini tuttum. Birlikte sayfaları burnuna yaklaştırdık. Kokladı, derin bir nefes çekti içine. Sanki yaşadığı yıllara dokunuyordu zihniyle. Her sayfada gündelik notları, fotoğrafları, hatıraları vardı ve sonra başladı anlatmaya; zaman yolculuğu yeniden kelimelere döküldü.

“ O sabah taze çiçeklerimi almış, dükkana doğru yürüyordum. Tam kavşağa geldiğimde yolun ters tarafına bakarak karşıya geçmeye çalışan birini gördüm. Atılıp tuttum.
“İngiltere’de trafik yolun solundan akar, yabancısı olmalısınız” dedim.” Evet, fazlasıyla belli galiba” dedi. “ Doğru tarafa baksanız bile aksanlı İngilizceniz sizi ele verirdi, Fransız mısınız?” diye sordum. “ İngiliz bayanların bu kadar akıllı olduğunu kimse söylememişti bana. Akıllı olduğunuz kadar da naziksiniz, hala elimi tutuyorsunuz”. dedi. Yanaklarım elma gibi kızarmıştı. “Ben Carol” diyebildim. “Memnun oldum, Pierre”. İşte böyle tanıştık Anna’cığım.”

“Pierre, sevgilim Pierre, Londra’da bir Fransız beyefendisi. Hayatını kurtardığım için bana bir kahve ısmarlamak istediğini söyledi. “Madem öyle, hadi benim dükkanıma gidelim” dedim. “Dükkanınız mı” diye hayretle sordu. “Evet, çocuk kitapları sattığım bir dükkanım var. Her Çarşamba sabahı okuma günleri düzenliyorum onlara. Şanslısınız, bugün Tenten günü. Fransızca bölümlerine eşlik edersiniz belki.” dedim. İşte o anı hiç unutmuyorum, masmavi gözlerini kocaman gülümsemesiyle birleştirerek “memnuniyetle” dedi. O ana kadar hayatımda hiç öyle derin bir mavi, öyle kusursuz dudaklar görmemiştim. Gözlerimi kapatsam, beni öpse keşke diye düşündüm. Tıpkı filmlerdeki gibi. O kadar heyecanlandım ki dükkana kadar ancak üç-beş kelime edebildim. Vardığımızda çocuklar kapıda birikmişti bile. Hep beraber içeri girdik. “Carol, CD çaların var mı?”diye sordu. “Carol” ne güzel bir samimiyetle söylemişti ismimi. “Var, neden sordun?” dedim. “ Yanımda Edith Piaf CD si var, madem bugün Tenten günü, eşlik edebilir mi bize? “Harika, bayılırım” dedim. Zaten neredeyse bayılacaktım da heyecandan. O gün tam on sekiz saat sohbet ettik. Okul hayatını, kardeşlerini, sevdiği yemekleri, moda atölyesini neden Londra’ya taşıdığını anlattı ama en çok da Paris’i. Paris’i anlattı aralıksız. Ne kadar da çok özlemişti. Kaç fincan kahve, kaç kurabiye, kaç şarkı, kaç kitap geçti önümüzden. Ne kadar çoktu. Çoktu işte. Başkaydı. Çoktu…”

“Carol, Carol iyi misin?”
“İyiyim Anna, merak etme, sadece çok özledim.”
“Biliyorum, onu hergün özlüyorsun”
“Ne kadar fazla şey vardı oysa yapacağımız. Onunla yaşadığım iki sene neye yetti ki. En çok da henüz hiç yapmadıklarımızı özlüyorum biliyor musun.”
“Biliyorum”
“O yolculuğa izin vermemeliydim Anna. İçimde kötü bir his vardı, keşke,keşke gitmeseydik. Uçaktan korkan modacı olur mu hiç? Sırf o yüzden arabayla gelebileceği yere Londra’ya gelebilmişti. Paris’e uçakla gitseydik ölmezdi Anna. Neden…Neden…. Neden ben kurtuldum Anna. Neden ben de ölmedim o kazada….”

Anlatırken yorgun düştü ve ağlayarak uykuya daldı. Onu rahat bırakıp dışarı çıktım. Carol ne zaman bir hatırasını anlatsa sonunda hep kazayı da anlatırdı. Kazadan kurtulmuştu belki ama felçli bir hasta olarak hayatını geçirmek yerine sevgili Pierre’iyle beraber ölmüş olmayı isterdi hep. Ona bakabilecek bir yakını olmadığı için de arkadaşları onu bu hastaneye getirmişti. Buraya getirildiğinde saatlerce “yaşamak istemiyorum” diye ağlardı. O öğlen her Çarşamba günü olduğu gibi ona kitap okumak için en yakın arkadaşı geldi. Sonradan dinlediğimize göre, uyumasına yardımcı olacak bir ilaç istemiş, bir tane içmiş. Gittikten sonra kutunun tamamını yutmuş. Yorgun olduğunu düşünerek rahatsız etmek istememiştik ama gerçeği anlayınca tüm hastane seferber oldu. Elimizden geleni yaptık ama kurtaramadık.

Kapının eşiğinde durmuş, öylece bakıyordum o beyaz odaya. Her şey hala beyazdı. Duvarlar beyaz, yatak beyaz, çarşaflar beyaz, cam çerçeveleri beyaz. Ben de Carol kadar beyazı sevmiyordum artık. Soğuk bir rüzgar esti başımın üzerinden. Onu kaybedeli iki yıl olmuştu. Ölümünden sonraki sene beni St.Mary’s hastanesine baş hemşire olarak gönderdiler. Hala alışamadım. Buradaki bakıma muhtaç hastalarla bölüştüğüm o sıcak anları özlüyorum, en çok da Carol’ı. Sevgili hastamız bu odada sekiz yıl kaldı. Sekiz sene bu odadan dinledik sesini. Ben ara sıra buraya gelip bu beyaz duvarları dinlemeye devam ediyorum. Yine Edith Piaf çalıyor işte. “ Non je ne regrette rien”. Carol sanki yine hepimizi etrafına toplamış, Pierre’ini anlatıyordu. “Sevgilim Pierre, Londra’da bir Fransız beyefendisi…

29 Nisan 2010 Perşembe

Bir İlişkim Var...



Kadın ve adam kavgalarının sonuna geldiklerini sanıyorlardı. Etrafa saçılan düşünceler çöplüğünden kafalarını kaldırdılar. Adam havada asılı kalan cümlelerden birini çekip aldı.
"Hayatında biri mi var? "
Kadın tereddütsüz bir ivedilikle yanıt verdi.
"Evet"
Adam cevabın hafifliğine ayak uyduramayıp, kendi sorusunun ağırlığı altında ezildiğini hissetti. Bu yükten çabucak kurtulmak için yeniden atıldı.
"Anlamadım, hayatında gerçekten biri mi var?"
Kadın aynı soğukkanlılıkla cevap verdi.
"Evet, hayatımda biri var. "
Adam, duymak istediğini duymuş, anlamış olduğunu anlamak istemiyordu.
"Nasıl yani, senin için bu kadar kolay mı? "
"Hayır, aslında o kadar zor ki "
" Çok şükür, Allah’tan zor olduğunu kabul ediyorsun. "
" Hem de tahmininden daha zor. "
" İtirafa devam et o halde. Kim bu zirzop? "
" Lütfen, haksızlık ediyorsun. Saygılı ol. "
" Ne demek saygılı ol, bu nasıl bir rahatlık. Elin herifini mi koruyorsun bana karşı. "
" Elin herifi değil o.
" Bak hala devam ediyorsun. Aklımı kaçırıcam, söyle çabuk kim bu, nerede oturuyor? "
" Burada. "
" Hey Allah’ım aklıma mukayyet ol, ne saçmalıyorsun, ben seyahatlerde iken bir de utanmadan evimize mi getirdin it kılıklıyı. "
" İte benzediğini hiç sanmıyorum "
" Yemin ederim bir zarar çıkacak elimden. Neye benziyor ki böyle, bu kadar koruyorsun onu. "
" Bana, bana benziyor. "
" Yuh artık, evlenirken de bana böyle söylemiştin. Yok ne kadar iyi anlaşıyormuşuz da, yok her şeyimiz birbirine benziyormuş da…Şimdi de o kıymetli oldu değil, mi. Ne de olsa yeni. Yeni olan hep kıymetlidir öyle değil mi? Söyle diyorum sana kim bu “pek kıymetli”
" Ben "
" Ne?"
" Ben işte.
" Hoppala, aklını mı yitirdin kızım sen. "
" Yooo aklım her zamankinden daha da yerinde. Kendimle bir ilişkim var."
" Ne?
" Evet, seni kendimle aldatıyorum. "
" Gerçekten anlamıyorum. "
" Haklısın, gerçekten anlamıyorsun, yıllardır olan bitenin farkında değilsin. "
" Neyin farkında değilim?
" Avuçlarının arasından kayıp gittiğimi, yavaş yavaş, ağır ağır, acıya acıya, kanaya kanaya ellerinden kopuşumu. Yıllar sonra bir ilişkim var ve bu ilişkinin içerisinde sen yoksun, kimse yok. Sadece ben ve ben varız. Kendime yıllar içinde öyle büyük bir yalnızlık yarattım ki, yalnızlığım en büyük kalabalığım oldu. Zaman aktı, ben aktım, günler geçti ben büyüdüm. Ben büyüdükçe içimdeki “öteki ben “de büyüdü. Onunla konuşur oldum, sen televizyon izlerken. Ona dokundum, beni yalnız bıraktığın gecelerde. Onunla kahve içtim sen arkadaşlarınla sarhoş olurken. Onunla paylaştım Nietche’yi, sen taksi şoförüyle tartışırken. Onunla Rumeli hisarını selamladım, sen indirimdeki ayakkabıları anlatırken.Onunla Bach dinledim, sen futbol maçı seyrederken. Şimdi ve şimdi onunla yeniden tanıştım, seni kaybederken. Kendimle yeniden bir ilişkiye başladım. Artık daha farklı yaşıyorum hayatı. Kendi elimi tutuyorum, kendi hücrelerimle dokunuyorum hayata. Kendi ciğerlerimle nefes alıyorum, kendi dilimle tadıyorum, kendi bedenimle yeniden var oluyorum. Çok üzgünüm ama ben artık kendimle yaşıyorum. "

AZ MI, FAZLA MI?



Özeleştirilerimiz sağırlık ve körlük kıskacına sıkıştığında, muhtemelen pek çok kişiye "fazla" olduğumuzu düşünürüz. Farklı yollardan bu fikre ulaşılabilse de, bu durumun kesişme noktası aslında aynıdır. O fazla geldiğimizi düşündüğümüz "pek çok" kişinin artık bizi büyütmüyor olduğuna kanaat getirmişizdir. İşte o an ya hayat bize dar gelir, ya biz hayata geniş ve başlar arayışlar, art düşünceler, ön seziler, arka planlar, dış sesler. Gerçekten boyumuzu uzatacak, aklımızı göğe erdirecek, ruhumuzu doyuracak olanın kendisine "az" geldiklerimizle birlikte olmak olduğunu düşünür ve bunu kabul ederiz. Kendimizi haklı çıkaracak pek çok kanıtımız da vardır cebimizde Ancak hangisinin daha ulaşılabilir olduğunu söylemek de bir o kadar zordur. Fazla geldiğimizi bildiklerimizle gururumuzu yıkamak mı, yoksa az geldiğimizi bildiklerimizle geçirilecek hayali anlara inanmak mı? Çünkü kolay olan, birine FAZLA gelmektir; zor olansa kendisine AZ geldiğimizi bulabilmek. Peki o halde azlıkla yetinip gerçekle yaşamayı mı seçelim, yoksa fazlayı bulmak için hayal kurarak, bunu hayal üstü gerçekliğe mi taşıyalım? Ne dersiniz?

12 Mart 2010 Cuma

Sessizlik içinde yalnızlık

Bazı geceler sessizlik,
İpek bir şal gibidir, düşüncelerinin üzerine örttüğün.
O gecelerde konuşmaktan kaçar kelimeler,
Heceleri tanımaz olur dudağın, dilin.
Yalnızlık bir avuç sessiz harf oluverir,
Ne varsa uçar, havada asılı kalır bütün bildiklerin.
İşte o zamanlarda ağır soruların hafif cevaplarıdır bedenler,
Çünkü gürültülü bir iç çekiştir, aynada tek görebildiğin.

27 Şubat 2010 Cumartesi

Neden Hayal Üstü Gerçeklik?

Siyahı anlamak için beyaz gerekir; tatlıyı sevmek için acı.
Kötüyü görmek için iyi gerekir; soğuğu bilmek için sıcak.
Yaşamı sevmek için ölüm gerekir, özgürlüğü bilmek için tutsaklık.

Gerçeği görmek için ne lazımdır peki, hayal kurmak için ne gerekir?
Hayal ne zaman gerçeği anlatır bize, gerçek ne zaman hayal olmaktan uzaklaşır?
Gerçeği bilmek için hayal gerekirse, hayali bilmek için de gerçek mi gerekir?

Elinde duran, avucunda olan, gözünün değdiği, elinin dokunduğu, aklının bildiği, bilncinin bildiğini sandığı herşey gerçektir. Peki ya hayal? Hayal kurmak için neyi bilmek gerekir? Yokluğu; çünkü hayal yokluktur. Yokluk,azlık, bilinmezliktir seni hayal kurmaya taşıyan. Bildiğini gerçek sayar, yok olanı hayal edersin. Yokluklar içinde var olmaya çalışırsın.

Gerçeği bilir, gerçek üzerine hayal kurarsın. Ama bir gün gelir, kurduğun hayaller tastamam gerçek oluverir. İşte o zaman aklın şaşırıp kalıverir.
O zamana kadar hayali hep gerçekliğe yaklaştırmışsındır ama o an, gerçekliği hayaline yaklaştırmaya çalışırsın. Öyle bir denge kurman gerekir ki o gerçek, kurduğun hayalin önüne geçmesin.

Çünkü geçtiği an artık o gerçekliğin hayali seni tatmin etmez. Hayali yerine artık gerçeğini istersin.....
İşte bunlar hayal üstü gerçeklerdir.....Çünkü sen gerçek üstü hayalleri çoktan aşmışsındır...

Gerçekler üzerine hayal kurmak en kolayı.
Önemli olan hayal üstü gerçeklere ulaşmak.