1 Mayıs 2010 Cumartesi

Bilmeden

“Bulduğuna aşık olmak değil aslolan,
Aşık olduğunu bulmak mesele.
Bildiğine hasret çekmek değil önemli olan,
Hasret çekmek, ama bilmediğine....”

Beyaz


Hasta bu odada sekiz yıl kaldı. Sekiz sene bu odadan dinledik sesini. Bir Edith Piaf’a karıştı kelimeleri, bir John Lennon’a. Eyfel kulesinin demirden hikayesini, Louvre müzesindeki Mona Lisa’yı, kırmızı şarabın iyisini, peynirin küflüsünü biz hep ondan öğrendik.
Kimi zaman Paris’in küçük kafelerine gittik, kimi zaman da metrodaki müzisyenlerle akordeon melodilerine eşlik ettik. Meydanlarda dolaştık, nehirlerde gezdik.

O anlatmaya başladı mı, hepimiz kulaklarımızı dört açar, her kelimeyi aklımıza yazar, bitirdiğinde hepimiz sanki uzun bir yolculuktan dönmüş gibi yorgun düşerdik.

Ne kadar da iyi hatırlıyorum o günü. Odasına girdim, perdeleri açtım. Londra sokakları yine sise teslim olmuştu. Camları açmadım, nemli havayı hiç sevmezdi.

“Hadi kalk, bugünkü egzersizlerini yapmamız lazım”
“Bugün istemiyorum Anna, lütfen.”
“Gayret etmelisin Carol, hadi doğrul bakalım.”
“Sekiz senedir gayret ediyorum, ne değişti. Tek yapabildiğim sağ elimi oynatmak ve oturabilmek. Yeter artık çok yoruldum, istemiyorum.”
“Belki sadece sekiz gün sonra sol elini de hissedebileceksin. O zaman fotoğraflarına iki elinle dokunursun.”
“İstemiyorum işte, rahat bırak beni.”
“Peki o halde şimdi gidiyorum. İki yandaki odaya yeni bir hasta geldi, üstelik o senin gibi mızmızlanmıyor da.”
“Anna dur, gitme. Sen gidince bu beyaz oda daha da soğuyor. Kızıl saçların biraz olsun ısıtıyor içerisini.”
“Geçen gün dümdüz yaptım diye beğenmemiştin ama.”
“Evet sana dalgalı daha çok yakışıyor, kendi saçlarımı hatırlatıyor bana. Sarı saçlarımı özledim Anna. Her sabah onları bigudiyle sarar, gün içinde ne zaman canım sıkılsa kıvırcıkların arasına parmağımı dolardım. Ama şimdi yok. Gittiler. Neden kestin onları sanki.”
“Sen istedin ama.”
“Olsun keşke kesmeseydin. Neyse, biraz daha yanımda kalır mısın Anna? Anlatmazsam nefes alamıyorum, lütfen dinle beni.”
“Elbette kalırım.”
“Bana kırmızı defterimi verir misin lütfen.”

Usulca parmaklarının arasına yerleştirdim. Ellerini tuttum. Birlikte sayfaları burnuna yaklaştırdık. Kokladı, derin bir nefes çekti içine. Sanki yaşadığı yıllara dokunuyordu zihniyle. Her sayfada gündelik notları, fotoğrafları, hatıraları vardı ve sonra başladı anlatmaya; zaman yolculuğu yeniden kelimelere döküldü.

“ O sabah taze çiçeklerimi almış, dükkana doğru yürüyordum. Tam kavşağa geldiğimde yolun ters tarafına bakarak karşıya geçmeye çalışan birini gördüm. Atılıp tuttum.
“İngiltere’de trafik yolun solundan akar, yabancısı olmalısınız” dedim.” Evet, fazlasıyla belli galiba” dedi. “ Doğru tarafa baksanız bile aksanlı İngilizceniz sizi ele verirdi, Fransız mısınız?” diye sordum. “ İngiliz bayanların bu kadar akıllı olduğunu kimse söylememişti bana. Akıllı olduğunuz kadar da naziksiniz, hala elimi tutuyorsunuz”. dedi. Yanaklarım elma gibi kızarmıştı. “Ben Carol” diyebildim. “Memnun oldum, Pierre”. İşte böyle tanıştık Anna’cığım.”

“Pierre, sevgilim Pierre, Londra’da bir Fransız beyefendisi. Hayatını kurtardığım için bana bir kahve ısmarlamak istediğini söyledi. “Madem öyle, hadi benim dükkanıma gidelim” dedim. “Dükkanınız mı” diye hayretle sordu. “Evet, çocuk kitapları sattığım bir dükkanım var. Her Çarşamba sabahı okuma günleri düzenliyorum onlara. Şanslısınız, bugün Tenten günü. Fransızca bölümlerine eşlik edersiniz belki.” dedim. İşte o anı hiç unutmuyorum, masmavi gözlerini kocaman gülümsemesiyle birleştirerek “memnuniyetle” dedi. O ana kadar hayatımda hiç öyle derin bir mavi, öyle kusursuz dudaklar görmemiştim. Gözlerimi kapatsam, beni öpse keşke diye düşündüm. Tıpkı filmlerdeki gibi. O kadar heyecanlandım ki dükkana kadar ancak üç-beş kelime edebildim. Vardığımızda çocuklar kapıda birikmişti bile. Hep beraber içeri girdik. “Carol, CD çaların var mı?”diye sordu. “Carol” ne güzel bir samimiyetle söylemişti ismimi. “Var, neden sordun?” dedim. “ Yanımda Edith Piaf CD si var, madem bugün Tenten günü, eşlik edebilir mi bize? “Harika, bayılırım” dedim. Zaten neredeyse bayılacaktım da heyecandan. O gün tam on sekiz saat sohbet ettik. Okul hayatını, kardeşlerini, sevdiği yemekleri, moda atölyesini neden Londra’ya taşıdığını anlattı ama en çok da Paris’i. Paris’i anlattı aralıksız. Ne kadar da çok özlemişti. Kaç fincan kahve, kaç kurabiye, kaç şarkı, kaç kitap geçti önümüzden. Ne kadar çoktu. Çoktu işte. Başkaydı. Çoktu…”

“Carol, Carol iyi misin?”
“İyiyim Anna, merak etme, sadece çok özledim.”
“Biliyorum, onu hergün özlüyorsun”
“Ne kadar fazla şey vardı oysa yapacağımız. Onunla yaşadığım iki sene neye yetti ki. En çok da henüz hiç yapmadıklarımızı özlüyorum biliyor musun.”
“Biliyorum”
“O yolculuğa izin vermemeliydim Anna. İçimde kötü bir his vardı, keşke,keşke gitmeseydik. Uçaktan korkan modacı olur mu hiç? Sırf o yüzden arabayla gelebileceği yere Londra’ya gelebilmişti. Paris’e uçakla gitseydik ölmezdi Anna. Neden…Neden…. Neden ben kurtuldum Anna. Neden ben de ölmedim o kazada….”

Anlatırken yorgun düştü ve ağlayarak uykuya daldı. Onu rahat bırakıp dışarı çıktım. Carol ne zaman bir hatırasını anlatsa sonunda hep kazayı da anlatırdı. Kazadan kurtulmuştu belki ama felçli bir hasta olarak hayatını geçirmek yerine sevgili Pierre’iyle beraber ölmüş olmayı isterdi hep. Ona bakabilecek bir yakını olmadığı için de arkadaşları onu bu hastaneye getirmişti. Buraya getirildiğinde saatlerce “yaşamak istemiyorum” diye ağlardı. O öğlen her Çarşamba günü olduğu gibi ona kitap okumak için en yakın arkadaşı geldi. Sonradan dinlediğimize göre, uyumasına yardımcı olacak bir ilaç istemiş, bir tane içmiş. Gittikten sonra kutunun tamamını yutmuş. Yorgun olduğunu düşünerek rahatsız etmek istememiştik ama gerçeği anlayınca tüm hastane seferber oldu. Elimizden geleni yaptık ama kurtaramadık.

Kapının eşiğinde durmuş, öylece bakıyordum o beyaz odaya. Her şey hala beyazdı. Duvarlar beyaz, yatak beyaz, çarşaflar beyaz, cam çerçeveleri beyaz. Ben de Carol kadar beyazı sevmiyordum artık. Soğuk bir rüzgar esti başımın üzerinden. Onu kaybedeli iki yıl olmuştu. Ölümünden sonraki sene beni St.Mary’s hastanesine baş hemşire olarak gönderdiler. Hala alışamadım. Buradaki bakıma muhtaç hastalarla bölüştüğüm o sıcak anları özlüyorum, en çok da Carol’ı. Sevgili hastamız bu odada sekiz yıl kaldı. Sekiz sene bu odadan dinledik sesini. Ben ara sıra buraya gelip bu beyaz duvarları dinlemeye devam ediyorum. Yine Edith Piaf çalıyor işte. “ Non je ne regrette rien”. Carol sanki yine hepimizi etrafına toplamış, Pierre’ini anlatıyordu. “Sevgilim Pierre, Londra’da bir Fransız beyefendisi…