25 Ekim 2010 Pazartesi

Misafircilik


1. gece

1994'te inşa edilmiş, kapı ve yer döşemeleri meşe kaplı, bahçe
içinde müstakil bir yazlık evin üst katta yer alan misafir odasındaki
mavi çekyatta yatıyorum. Bilmem kaç yıl önceki deterjan ile, yumuşatıcı kullanılmadan yıkanmış nevresim takımının bedenimde yarattığı gıdıklanma duygusu çarşafın sertliğinden mi yoksa ikinci sınıf pamuklu oluşundan mı kaynaklanıyor bilmiyorum. Yine de ev sahibesinin titizlikle hazırladığı bu duvarları sarı boyalı odada kendimi çok huzurlu hissediyorum. Açık bıraktığım pencereden usulca içeri süzülen rüzgar, ateşböceklerinin çıkardığı sesle birleşerek beni çocukluğuma götürüyor.
Birazdan tıpkı ilkokul yıllarımda anneannemin arka odasındaki mavi çekyatta, o döneme ait çamaşır deterjanı ile yıkanmış çiçekli nevresimlerde uyuduğum günlerdeki gibi sakince kapanacak gözlerim. Eminim ki sabah olduğunda tıpkı çocukluğumdaki gibi keskin bir omlet
kokusu ile uyanacak, yanında acaba salam ve yeşil zeytin var mı diye meraklanacağım.
Fakat bu merakla eş giden hafif bir korku duygusu kaplıyor içimi.

Bir eve misafir olmanın zor taraflarından ilki koridordaki ışığı açık bırakma iznini bir türlü evin sahibinden isteyememektir. Bu sebeple odam yine karanlik. Ayışığı da epey uzakta olduğuna göre, herhangi bir hasrete tutunarak sıkıca gözlerimi kapatmaktan başka çare kalmıyor bana.
Dualarımı ettim, uyumak üzereyim.

2. gece

Dışarda kuvvetli bir rüzgar esiyor. Muhtemelen diğer iki odanın camları açık, kapıları kapalı olduğu için rüzgarın yarattığı bu akım gereksiz bir uğultu oluşturuyor. Fırtınalı havalarda tuhaf bir korku kaplar içimi. Kendimi savunmasız, bir o kadar da naçar hissederim. Doğanın gücü ruhuma galip gelir. Yaz, kış demeden geceleri yatarken üzerimi örtme isteğim depreşir, inadına boğazima kadar çekerim pikeyi, yorganı. Şimdi de garip tıkırtılar başladı. Acaba diğer odalarda uyuyanlarda mı tedirginlik içinde? Sanırım bunlardan biri horultu. Belli ki top patlasa uyanmayacak kadar derin uykuda evin sahipleri. Misafirliğin zor yanlarından ikincisi de bu iste. Ses tutsaklığı. Evin içindeki tüm seslere tahammül etmek, ancak gerekli sesleri çıkartamamak. Eskimiş buzdolabının cızırtısı, muhtemelen baba evinden kalma duvar saatinin metronoma taş çıkartan ritmi, bozuk sifonun çıkardığı su sesi, açık kalmış bahçe kapısının metalik gürültüsü, komşunun köpeğinin tüm evleri koruma dürtüsüyle attığı naralar, başıboş bir bidonun rüzgarla oynaşırken çıkardıgı sinir bozucu ses, ev sahipleri ve diğer misafirlerin horultuları ve tüm bunlara katlanma zorunluluğu.

Ancak buna paralel, tuvalete kalkınca sifonun gürültüsü ve arızalı olduğu için devamında gürleşen su sesi, bozuk oda kapısının açılırken bir, kapatılırken ikinci kere çıkardığı gıcırtı,su içme ihtiyacı ile aşağı inerken ahşap merdivenlerin yaydıgı gürültü, mutfakta oluşabilecek tüm
sesler sebebi ile kişisel ihtiyaçların göz ardı edilişi, horultu, inilti, kaşıntı,zırıltı gibi muhtemel tüm bireysel seslerin zoraki ertelenişi.

Bari gece yatısı misafirliğinin birinci zor olan koridor ışığını açık bırakamama durumunu çözeyim. Evet evet, belki de fırtına korkuma faydası olacak. Hatta hemen yapmalıyım. Kalkıp koridorun ışığını açmalıyım en azından.Şimdi uyku yeniden gözkapaklarımı ağırlaştırıyor. Akşam yemeyi reddedip bıraktıgım fındık lahmacunu çekti canım. İnsanoğlu ne tuhaf. En korku duyduğu anda bile dürtüsel ihtiyaçlarından birini, açlıgı hissedebiliyor demek ki. Şans işte açlık, rüzgar korkumu bastırıyor. Ancak misafirliğin zor taraflarından ücüncüsü olan, gecenin bir vakti kalkıp ekmek peynir yeme lüksüm olmadığona göre açlığım da uykuya yenilmek zorunda.
Hadi bakalım yeniden rüya zamanı...

Sözlük


Oysa ki hayat, bilinen tüm sözcüklere ait bir sözlük oluşturacak kadar vakit vermişti insanoğluna.
Tüm kelimeler bildik ve bilindik ve vakti zamanıyla tanışıklık sağlanmış birer yoldaştı uslara.
Düşünceler yakından uzağa, uzaktan öteye, öteden beriye, beriden geriye yolculuk eder, heceler kulaktan göze, gözden gönüle, günülden akıla, akıldan dile dökülmekte birbiriyle yarışırdı adeta.
Kimi zaman yorulurdu cümleler satır aralarında, kimi zaman soluk bulurdu konuşmalarda.
İster uzakta, ister yakında, ister gönülde ister akılda, sözcükler hep sıralanırdı, olması gereken hizaya.
Her bir sözcük kendi manasını bilir ve her mana, bulurdu ait olduğu sözcüğü bu yolculukta.
Vakit gelir, vakit geçer, ne bir önce ne bir sonra, bozulmazdı sıralama.

Derken o beklenmedik günlerden bir gün, bilinmedik bir anda, çıktı görülmedik bir fırtına.
Sözcükler dağıldı, heceler karıştı, uçuştu harfler havada
Kimsenin sır erdiremediği bir dil, çözemediği bir akıl, bilemediği bir çift göz çıkıverdi ortaya.
Konuştu-düşündü- gördü, gördü-konuştu-düşündü, düşündü-gördü- konuştu sırasıyla
O konuştu dünya dinledi, o düşündü akıllar eğildi, o gördü gözler açıldı saygıyla.

Derken o beklenmedik günlerden bir gün, bilinmedik bir anda, bilinen tüm sözlükler anlamını yitirdi korkuyla
Her bir kelime yolunu şaşırdı, manasız kaldı onun dudaklarına değdikten sonra.
Önce TEŞEKKÜR pes etti artık yetemeyeceğini anladığında.
Sonra BİLGELİK korkup kaçtı kendi sonuyla karşılaştığında.
Ardından RUH bıraktı ait olduğu anlamı daha öte bir beden olmadığına şaştığında.
En sonra AŞK saklandı bir kuytuya artık daha ötesi olmadığına inandığında.
İşte böyle böyle her bir sözcük terkeyledi sığındığı sözlüğünü sırasıyla.

Derken o beklenmedik günlerden bir gün, bilinmedik bir anda, tüm kelimeler yeniden buluştu onun dünyasında.
Tüm harfler birbirine karıştı, yalnızca onun için yeniden dizildiler hizaya
Her kelime eski manasını unuttu, her mana yeni bir sözcük buldu onda.
Ne TEŞEKKÜR, ne BİLGELİK, ne RUH, ne AŞK artık eski anlamında değildi bu dünyada.
İşte o günlerden birinde ona ait yepyeni bir sözlük çıktı ortaya
ve bu sözlük o günden bu yana, anlaşılır oldu sadece onu ANLAYANA...

Konuşmak mı anlaşmak mı?


Konuşarak anlaşmak insana mahsus.
Kimi zaman kelimeler boyunca akıp giden sesli harflerin çığlıklarına
gizlenen metinlerde buluşur dudaklar,kimi zaman da sadece evet ve hayırdan ibaret, uzlaşma zannedilip de bıkkınlıktan öteye geçmeyen vakit öldürme kaynağıdır konuşmak.
Kimi zaman bir avuç cümle içinde kendini bulur gözler, kimi zaman da
bir tarafın şelale gibi döküldüğu, diğer tarafınsa sadece kafa
sallayarak eşlik ettiği monologlarda havada asılı kalır kelimeler.
Öyle veya böyle. İster tartışma ister uzlaşma hepsinin orta yerinde
vardır bir konuşma.
Diller açılır, dudaklar büzülür, sesler duyulur, kulaklar işitir.
Eh konuşmak elbet insana mahsus da, peki ilginç olan bu mu?
Keramet sesli harflerde de marifet dilde mi?
Anlayıp da gerçeği bilene dek evet.
Anlayıp da gerçeği bildikten sonra hayır.
Çünkü asıl keramet sessiz harflerdeyken marifet dilsizlikte,kelimelerin susup gözlerin konuştugu o sessizlikte.
İşte öylesine anların ortasına düşen o gürültülü
kalabalıklarda konuşmadan anlaşabilmeli iki sevgili, karı koca, anne çocuk.
Kimi zaman bir bakış, kimi zaman bir öpücük, kimi zaman kirpiklerin
bir hareketi, kimi zaman da bir solukta çözümlenmeli düşünceler.
Kelimeler havada çarpıştığında yarattığımız gürültülü aşka
inat, dudaklarımız bazen mühürlenmeli daha da aksın diye duygular.
Bir gözün kapanışına sığacak kadar kısa, yeniden açılışına
sığacak kadar uzun kalıvermeli heceler.
Tek bir bakiş, tek bir kucaklaşma yetmeli anlaşmaya.
Tıpkı sağ ve sol yanaklarımızın birer kez birbirine
değişi ve o saniyeler içine sığan bir ömürcesine uzun sarılışa
kondurduğumuz kelimeler gibi...
Derin, anlamlı, sevgi dolu...